27 Haziran 2012 Çarşamba

Kolada şok edici gerçek !!!


Kolada şok edici gerçek ortaya çıktı


19 kola ürünününde yapılan araştırmalarda şoke edici bir gerçek ortaya çıktı...

 
 



Fransa Ulusal Tüketim Kurumu'nun araştırmasına göre, 19 kola ürününün çoğunda litre başına 20 küpe eşit şekere rastlandı. Lightlardaki tatlandırıcılar sağlığa zararlı çıktı. Ve kolalarda çok düşük miktarda da olsa alkol bulundu.

ŞEKER DEPOSU

Fransa'da yapılan bilimsel bir araştırma, şeker deposu kolanın obeziteye yol açtığını ortaya koydu. "60 Millons de consommateurs" (60 Milyon Tüketici) isimli dergi, Fransa Ulusal Tüketim Kurumu'nun (INC) kolalı içecekler üzerindeki araştırmasının sonuçlarına açıkladı. Dergi, ülkede sağlık tartışmasına yol açan sonuçların "şaşkınlık verici" olduğunu ve bu içeceği tüketenlerin artık daha temkinli olması gerektiği yorumunu yaptı.

En büyük tehlikenin koladaki şeker miktarıyla ilgili olduğunu belirten INC, tam 19 kola markası (Coca-Cola, Pepsi, Auchan, Cora, Casino, Leader Price, Man U-Cola, v.b.) üzerinde yaptığı araştırmada; şeker, tatlandırıcı, katkı maddeleri, kafein ve alkole rastladı. Çoğunda litre başına 100 gramdan fazla, yani 20 küpe eşit şekere rastlanırken, bu rakam Coca- Cola'da 18, Pepsi de ise 17 olarak açıklandı. "Light" kolaya gelince; tatlandırıcı miktarının "vücuda zarar verecek kadar çok oranda" olduğu belirildi. Kurum, fazla şeker tüketiminin başta obezite olmak üzere, diyabet ve kardiyovasküler hastalıklara yol açtığı hatırlattı.

Bilim insanları, laboratuvardaki incelemede sürpriz bir şekilde tarçın, Hindistan cevizi ve turunçgiller gibi bazı bitki ve meyvelerin bulgularını da elde etti. Kurum, bazı insanların bu bitki ve meyvelere karşı alerjik olduğunu hatırlatarak, giderek artan gıda alerjilerinin bir nedeninin de kola olabileceği belirtildi. Daha önce gazlı içeceklerde bulunduğu bilinmeyen "terpen"in doğal ürün bileşeni olarak a r o m a yaratmakta kullanıldığı keşfedildi. ABD'nin Kaliforniya eyaletinde kanserojen olarak kabul edilen fosforik asit veya amonyum sülfat karamel E150D isimli gıda renklendirmekte kullanılan tartışmalı içeriğin de kola üretiminde kullanıldığı ortaya çıktı.

ÇOK DÜŞÜK ORANDA ALKOL

En şaşırtıcı veriyse kolada alkola rastlanması oldu. Aralarında Coca-Cola, Pepsi Cola, Coca-Cola Light Coke ve Coke Zero'nun da bulunduğu 10 içecekte alkole rastlandığını belirten uzmanlar, bu oranın ülkede alkollü içecek kabul edilen yüzde 1.2 oranından çok daha düşük, 0.001 oranında olduğunu bildirdi.

Bu da litre başına 10 mg alkole karşılık geliyor. Fransa'daki Coca-Cola direktörü Michel Pepin "gizli formülü gereği" bazı aşamalarda alkolün kullanmış olabileceğini belirtirken, Pepsi adına konuşan bir sözcü de bazı içeceklerde "alkolün izine rastlanabileceğini", ancak Pepsi Cola'nın "alkol içermediğini" söyledi.

Habertürk

4 Temmuz 2011 Pazartesi


Nasıl, günah kâr olur, biliyor musun?                               


Sık sık şu tür mektuplar alırım. “Ben bittim, mahvoldum. Bir günaha bulaştım.” Başkasından gelmesine de gerek yok aslında. İçimin içinden de gelir o mektup: “Hiç ummazdım kendimden. Oysa beni herkes güzel bir insan sanıyor. Ah, ben nasıl ettim!” Sonra sözler daha bir kanlanır.  Ha kendi yüreğimden gelmiş, ha adını bile bilmediğim bir kardeşimden. O kadar tanıdık ve o kadar ortaktır ki: “Rabbimin yüzüne nasıl bakacağım bundan böyle. Yüzüm yok namaz kılmaya, oruç tutmaya… Beni Allah affeder mi ki…”
Hiçbirimize yabancı değil ki bu cümleler. İçimizin yangını. Pişmanlık nehrimizin yatağı. Sanırız ki hep günahsız kalacağız. Umarız ki hiç hatasız tamam eyleyeceğiz ömrü. Böyle olursa Rabbimize karşı bir iddiamız olacaktır: “Bak, ben günahsızım işte…” “Hiç hata etmedim ki…”  Bu iddianın içinde Allah’a muhtaç olmama arayışı saklıdır. O’nun affına, merhametine ihtiyaç duymama tavrı. 
Çok sık düştüğümüz hatadır: Sınanmadığımız günahlar konusunda kendimize güveniriz. “Ben kim, öyle işler kim!” “Ben o günahı işleyecek adam mıyım, hıh!”lar eksik olmaz içimizden. O kadar çok eminizdir ki düşmeyeceğimizden; düşenleri kınarız. Alay ederiz. Aşağılarız, dışlarız. Boş durmaz, derhal ona buna gammazlarız. Ayıplarız. Ama farkında değilizdir ki, başkasını ayıplamanın ardında şu varsayım saklıdır:  “Ben o hataya düşmem!” Gıybetini ettiğimiz her kişi için şu cümleyi söyleriz zımnen: “Ben ondan üstünüm!”
Kendimizi günah işlemeyecek biri görmemiz, başlı başına bir günahtır oysa.
Günah işlediğimizde bağışlanmayı bekleyen bir aciz oluveririz. Kolumuz kanadımız kırılır. Çareyi Allah’tan bekleriz. Bizde bir şey yoktur. Bağışlanacak mıyız, bağışlanmayacak mıyız? Nefsimiz Rabbimizin merhametine rehindir artık.
Affedilecek miyiz gerçekten? Affedildiğimiz haberini kimden alacağız? Benden mi? Şeyhimizden mi? Abimizden ablamızdan mı? Elbette ki kimse kimsenin günah çıkartıcısı olamaz. Hiçbir kul için böyle bir makam yok.
Kimi, niye bağışlayacağını Allah bilir. Ancak, kendimizi bağışlanmaz bilmek de haddimize düşmüş değil. Allah affetmez demek, Allah’ın rahmetine sınır getirmek demeye gelir. Nasıl başkalarını O’na affettirme yetkimiz yoksa O’nu bizi affedemez saymak da, kendimizi O’nun tarafından affedilmez bilmek de haddimiz değil.
İnsanın kendine günahı yakıştıramaması, kibrinden kaynaklanır. Elbette ki ben de sen de onlar da hataya düşebiliriz. Rabbimiz bizden hatasızlık bekliyor değil. Asıl beklediği, hatamızı hata bilmek, hata edebilir olduğumuzu kabullenmektir. Böylesi daha bir “kulca”dır.
Kim bilir o ummadığın günaha kaymasaydın, nasıl da gururlanacaktın. “Ben öyle şeyler yapmam!” edası bir büyük günah olarak yutacaktı seni.
Peki, şimdi o büyük günah sonrası haline bir bak: Duadasın. Yakarıştasın. Gözün yaşlı. Mahcupsun. “Rabbim beni affeder mi ki?” diyorsun. İşte bu kulluk halidir. Rabbinin hoşlandığı haldir. Sınanmışsın o konuda ve daha bir kula yakışır şeyler söylüyorsun.  
“Ben bu günahı yapacak adam mıydım?” sorgusu bile gurur içeriyor, farkında mısın? Demek ki yapabilirmişsin. Demek ki acizmişsin.  Demek ki kendine güvenmek yerine Rabbine sığınmalıymışsın.
Demek ki sınanmadığın günahtan sınanıncaya kadar kendini o günahtan uzak bilmemeliymişsin. İşte bunlardır kulluk dersi. Gerçek şu ki, her birimizin dikişlerinin zayıfı bir yeri vardır. Hiç ummadığımız bir yerimizde açık yaramız vardır. Zorlanıncaya kadar dikişimizi sağlam sanırız, yaramızı kapanmış biliriz.  Ama ne zaman ki bir rüzgâr eser, kırılır belimiz. Ne zaman ki bir yokuşa denk geliriz, patlar dikişlerimiz.
Kış görmeyen ağaçların baharda dik duruşu sınanmamış bir duruştur. Güze erişmemiş dalların yapraklı oluşu “şimdilik”tir. Şimdilik.
Senin sağlam duruşunun kırılma yeri düştüğün o günah işte…  İşte şimdi aldın boyunun ölçüsünü. Kimmişsin şimdi öğrendin. Bundan böyle o yaranın acısıyla daha çok merhem olacaksın kendine ve kardeşlerine…
Biliyorsun: “Olanda hayır vardır.” Mademki oldu günahın; günahının oluşunda “hayır” ara… Günahın en kârlısı tövbe ve istiğfar üretenidir. Günahından ümitsizlik çıkarırsan, yeni günahlar için yol açılır ki, işte o zaman başlar zararın. Asıl “günahkâr” günahını derin bir pişmanlığa dönüştürüp kula yakışır mahcubiyet ve mahviyet çıkarandır. Günah, kâr olur o zaman.
Öyleyse kaldır başını ve Rabbinin mağfiretiyle yürümeye başla.
Seni bağışlayacak olan ben değilim elbette… Allah’ın bağışlayıp bağışlamayacağının haberini de ben veremem biliyorsun. Bildiğim şu: Bir günahın ardından gelen mahcubiyet bir sevabın ardından gelen gururdan hayırlıdır…  Bu mahcubiyet, işte bu mahcubiyettir seni kul eyleyen.
Günaha düştüğün için ve günahından o eşsiz mahcubiyeti ve gözyaşını çıkardığın için, sen Rabbinin daha onurlu ve şerefli bir kulusun.
Senai Demirci - Haber 7senaidemirci@gmail.com

13 Haziran 2011 Pazartesi

10 Haziran 2011 Cuma

İbrahim Karagül - Yeni Şafak- ibrahimkaragul@gmail.com

Biz ölümü beklerken...




Cisr uş-Şuğur'da insanlar ölümü beklerken, kasabayı kuşatan askeri birliklerin ne zaman harekete geçeceğine ve nasıl bir sonuçla yüzleşeceğimize dair endişeler büyürken, insanlar akın akın sınırı aşıp Türkiye'de kendilerini güvence altına almaya çalışırken, 'uluslararası irade' Suriye rejimini hata yapmaya zorlayıp ellerini ovuşturarak bir tür Hama trajedisi umarken, Suriye için yeni Libya senaryosu hazırlığını çoktan başlatılmışken bizler; bu coğrafyanın insanları, bu sefer de her şeyi yine geriden takip etmeye mecbur bırakılıyoruz.

Bir yanda ölümlere ağlamak, acı duymak, Baas rejimine öfkeyi büyütmek, diğer yanda bu kıyımdan beslenenlere, kıyımı daha da sabote ederek askeri müdahale senaryolarına gerekçe oluşturanlara aynı öfkeyi yöneltmek gerekiyor.

Açık söyleyelim Suriye rejimi de halkı da müthiş bir çıkmaza sürükleniyor. Zalim de mazlum da aynı oyunun figüranlarına dönüşüyor. Bir ülke, bir millet kötü bir yönetim üzerinden kurgulanan felakete doğru hızla ilerliyor.

Ölümlerin altında kimlerin imzası var. Elbette Baas rejiminin. Ama başka imzalar da var. Kimler bu ölümler üzerinden piyasa yapıyorsa, düzen kuruyorsa onların da imzası var. Gerçekte kimler kimlerle savaşıyor? Tamam, Suriye halkı, özgürlük isteyen insanlar sokaklara dökülüp en meşru haklarını istiyor. Karşılarına kurşun ve tanklar dikiliyor.

Bize kadar ulaşan görüntüler korkunç. Hastanelerde öldürülen yaralılar, evlerde tedavi edilmek zorunda bırakılan yaralılar, kurşunlara hedef olan çocuklar, sokaklarda yatan bedenler...

Suriye özelinde düşününce Esad yönetiminin dünyaya da kendi halkına da söyleyebileceği hiçbir sözü yok. Bu şekilde olamayacak da. Böyle giderse, durmayı bilmezse, silahla kontrol stratejisinin başarısız olacağını anlayamazsa kendini tarihe gömecek. Ama çok kan dökecek. Rejim devrilmekle kalmayacak, kendisi dahi, üst yönetim uluslararası savaş suçları mahkemesini boylayacak. Çünkü işaretler bunu gösteriyor. Birileri bu mekanizmaları harekete geçirmeye hazırlanıyor.

Ancak ölümlerden başkaları da sorumlu. Zamansız plansız harekete geçirilen insanları tankların önüne atanlar da, onlar provoke edenler de, onlar üzerinde Şam'da iktidar hesabı yapanlar da sorumlu. Suriye muhalefeti dediğimizde içine hiçbir zaman onaylayamayacağımız, daha önceki ölümlerin kanları hâlâ ellerinde olanlar da giriyor.

Suriye senaryosu, Ortadoğu'da yeni bir düzen senaryosudur. Kuzey Afrika'dan Basra Körfezi'ne kadar yeni bir dizayn projesinin düğüm noktasıdır. ABD ve İngiltere'nin, Fransa ve İsrail'in çıkarlarının örtüştüğü bir senaryodur bu. Rejim ne kadar suçluysa, bu çıkar örtüşmesine göre pozisyon alanlar da suçludur. Londra ile, Paris'le iş tutanlar da ölümler üzerinden hesap yapıyorlar çünkü.

Peki ne olacak? Umarız Esad yönetimi kendisine kurulan tuzağa düşmez. Cisr üş-Şuğur'da yeni bir Hama trajedisi yaşatmaz. Yaşatırsa dünya ayağa kalkacak. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi için İngiltere, Fransa, Almanya ve Portekiz'in hazırladığı "kınama" tasarısı bir anda "müdahale" tasarısına dönüşecek. İşte o zaman Libya senaryosunun aynısını Suriye'de göreceğiz. Fransız savaş uçaklarının nasıl harekete geçtiğini izleyeceğiz.

Şunu biliyoruz. Türkiye iletişimi kestiği anda Suriye geri dönülmez noktaya gelmiş olacak. Rusya ve Çin, Irak ve Libya'nın işgalini önleyemedi. Suriye'ye müdahaleyi de önleyemez. O zaman İran'ın Şam yönetimini kurtarma şansı olmayacak, tek başına İran Suriye'ye yetmeyecek.

Türkiye ile Suriye sona yaklaşıyor sanki. Belki de amaçlanan ve beklenen bu sondu. Umarız bir başka formül bulunur ve işe yarar. Aksi takdirde gerçekten çok acı şeylerle karşılaşacağız...

Bu haliyle Şam, kendi sonuna yönelmiş görünüyor. Şu an Suriye'nin ortak geleceği üzerinden en fazla endişe duyan, düşünen, formül arayan, hasarı azaltmaya çalışan ve bunları çıkar eksenli yapmayan tek ülke Türkiye. Ama Türkiye'nin de elleri zayıflıyor. Ankara hiçbir zaman sokaklarda sivillere kıyım uygulayan Baas çeteleriyle aynı safta görünmek istemeyecektir. Ama aynı Ankara, oyunu çok iyi görüyor ve senaryodan ciddi oranda rahatsızlık duyuyor. Bölgeyi yeniden dizayn etmeye çalışan Fransız ihtiraslarının kendisini de vuracağını iyi biliyor çünkü. Bu da bir gerçek...

Ama yine de bir sınır, tahammül çizgisi var. Şam o çizgiyi aşmak, Ankara'yı kaybetmek üzere...

5 Haziran 2011 Pazar

Süleyman Yaşar - Sabah suleyman.yasar@sabah.com.tr

Türkiye'nin maliyesi İngiltere'den iyi olunca The Economist kızdı




Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) en son konsültasyon raporlarına göre, Türkiye'nin kamu maliyesi İngiltere'nin kamu maliyesinden çok daha iyi görünüyor. İngiltere'nin kamu borç yükü yüzde 66.3 seviyesinde ve bütçe açığı yüzde 9.9 olurken, Türkiye'nin kamu borç yükü yüzde 36.3'e, bütçe açığı ise yüzde 3'e geriledi.
Tarihte iki yüz yıldır ilk kez, Türkiye'nin Batılı ülkelere kıyasla böyle sağlam ve sağlıklı bir kamu maliyesi oldu. İngiltere, maliyesi zayıf olan Osmanlı Devleti'ni 1838'de Baltalimanı anlaşmasına zorlamıştı. Bu anlaşmayla İngiliz vatandaşları, Osmanlı vatandaşlarından daha az vergi ödeyerek Türkiye'de "imtiyazlı ticaret" yapmaya başladı.
Böylece Selanik'ten İstanbul'a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi öderken, İngiliz tüccar bu vergiden muaf oldu. Ve Müslüman tüccarların bir başka Osmanlı şehrine mal göndermesine, ticaret yapmasına yüksek vergilerden dolayı fiilen imkân kalmadı. Osmanlı'nın iç ve dış ticareti İngiliz tüccarlarının eline geçti.
Bütün bunları niye anlattığımıza gelelim... İngiltere'de yayımlanan The Economist dergisi geçen cuma günkü nüshasında, 12 Haziran genel seçimlerinde Türkiyeli seçmene çağrı yaparak, "oyunuzu maliyeyi iyi yöneten AK Parti'ye değil CHP'ye verin" dedi. Anlaşılan The Economist dergisi Türkiye'nin İngiltere'den daha sağlam hale gelen kamu maliyesinden epey rahatsız.
The Economist, kamu maliyesini bozmayı ve Merkez Bankası'nda birikmiş olan 97 milyar dolar tutarındaki döviz rezervini harcayacağını vaat eden CHP'yi iktidarda görmek istiyor. Çünkü Türkiye'nin ilk kez İngiltere'den daha iyi olan mali durumu Londra merkezli bankerleri fena halde telaşlandırıyor. Türkiye'nin yüksek reel faizlerle soyulma operasyonlarının uzun yıllardır yerli işbirlikçilerle birlikte Londra'dan yönetildiği gerçeğini bilirsek, Batılı medyanın AK Parti karşıtlığının nedenini bütün açıklığıyla anlarız.
Türkiye'de son yıllarda enflasyon ve faizlerin gerilemesi pek çok rantiyeyi rahatsız etti.
Bol sıfırlı havadan kazançlarını bozdu. İşte The Economist dergisine de, "AK Parti'yi iktidardan götürün.
CHP'ye oy verin" dedirtenler de bu yüksek faiz lobisi.
Anlayacağınız AK Parti'ye karşı içeride kurulan milliyetçi cepheye, The Economist de destek veriyor. Nasıl mı? Derginin başyazısında bu durum çok açık.
Başyazı, darbe teşebbüsünde bulunan eski askerlerin "abartılı komplo" (overblown conspiracy) teorileriyle sorgulandığını ileri sürüyor.
Yani The Economist'e göre, Hrant Dink, Rahip Santoro, Danıştay cinayetleri, Malatya'da üç misyonerin öldürülmesi ve Ümraniye cephanelikleriyle ilgili savcılık iddianamelerinin hepsi birer abartılı komplo.
The Economist yazı ekibi olarak, bu katliamları kimin işlediğini biliyor olmalısınız ki, kimlerin işlemediğinden bu kadar emin bir yazı kaleme alabiliyorsunuz ve ortaya saçılan bunca belgeye ve bombalara "abartılı komplo" diyebiliyorsunuz. Halkın oylarıyla iktidara gelen AK Parti hükümetini, Türkiye'yi istikrarsızlaştırarak devirmeyi planlayan darbecilere arka çıkıyorsunuz. Sahi sizce bütün bu darbe planlarını ve katliamları kim yaptı bu ülkede?
Türkiye'nin 200 yüzyıl sonra başardığı sağlam kamu maliyesi, Londra'da yeni Baltalimanı Anlaşması tasarlayan para sahipleriyle birlikte The Economist'i de çok panikletmiş anlaşılan. The Economist'i hiç bu kadar aklı firar etmiş görmemiştik.